Şiddete Analitik Bir Bakış
Varlığı insanın var olmasından itibaren olan şiddet olgusu bireysel ve toplumsal ögeler ve bunların birbiri ile ilişkisiyle birlikte oldukça karmaşık bir yapı ortaya koymaktadır. Bu yüzden şiddeti tanımlamak da, sınıflandırmak da kolay olmamaktadır.
Şiddet bir hakaretten doğan güç, karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma, kaba güç, duygu ve davranışta aşırılık olarak tanımlanabilir. Şiddeti pek çok açıdan ele alabiliriz; psikolojik, sosyolojik, toplumsal süreçler… Bugün bu yazının amacı şiddete daha analitik bir bakış açısı getirmek ve şiddetin toplumsal ve bireysel süreçlerini incelemektir.
Freud’a göre her insanda cinsellik ve saldırganlık dürtüsü vardır ve insan bu güdülerinden arındırılamaz. Freud’a göre şiddet ölüm dürtüsü ile ilgilidir. Freud’a göre ölüm dürtüsü ise, bireyi yıkım ve ölüme kaçınılmaz olarak yönlendiren biyolojik bir kuvvettir.
İnsan yapısında var olan saldırganlığın mazoşist saldırganlığa dönüşmesi ve bu dönüşümün yaşamın entegrasyonuyla, yani yasanın kabulüyle gerçekleşmesi insanı saf şiddetten uzaklaştırır. Bu saldırganlık içgüdüsü bazı insanlarda başkalarına zarar verme gibi yıkıcı davranışlarla ortaya çıkarken bazılarında kendine zarar verme gibi özyıkıcı davranışlarla ya da farklı savunma mekanizmalarının devreye girmesi ile daha farklı şekillerde kendine bir yön bulmaktadır. Özne ister bu şiddeti kendisine yönelik uygulasın ister bir başkasına bu içinde yaşadığımız şiddeti kapsar ve içimizdeki şiddet ile doğrudan bağlantılıdır.
Psikanalizin en önemli önermelerinden biri, şiddet davranışının yalnızca gerçeklik ve dış travmalarla değil, aynı zamanda bilinçdışı düşlemlerle de harekete geçirilebildiğidir.
Psikanalizde öznelliğin grup aidiyeti de göz önünde bulundurularak düşünülmesinin oldukça önemli olduğu vurgulanmıştır. Bu fikrin belki de en önemli dayanağı ruhsallığın öznellikler arasında oluşmasıdır. “Ben”lik bir “biz”lik halinden doğar. Biz’in yani grubun kendine özgü bir ruhsallığı vardır, bu ise grubu oluşturan bireylerin ruhsallıklarının toplamından farklıdır. Yani aslından hepimizde bulunan içsel gruplar bir araya gelerek, üyesi olduğumuz grubun ruhsallığının örgütleyicisi görevini üstlenir. Kısacası bireysel bilinçdışı ile gruba özgü bilinçdışı yapılanmalar karşılıklı karmaşık bir ilişki içindedirler ve birbirlerinden ayrı var olamazlar.
Bunun nasıl oluştuğu ile ilgili incelememize başladığımızda bebeklik dönemine kadar gitmemiz gerekir. Bebek başlangıçta kendini annesinden ayırt edemez, sınırları bulanıktır. Anneyle ilişki içerisinde bebek yavaş yavaş kendisinin annesinden farklı biri olduğunu ayırt etmeye başlar. Başlangıçtan itibaren bu ilişkiyle, kendisiyle ve anneyle ilgili imajları iç dünyasında toplar. Bu imajların toplamı tasarımları oluşturur. Başlangıçta iyi ve kötü kendilik tasarımı ile iyi ve kötü nesne tasarımı ayrı ayrıdır. Yani doyuran anne iyi anne iken; engelleyen anne kötü annedir. İyi ve kötü kendilik ve nesne tasarımlarının bütünleşmesi 3 yaş civarında gerçekleşir. Çekirdek kimlik, bir kimsenin kim olduğu ile alakalı içsel duygusu, sağlam içsel aynılık duygusu 3 yaş civarındaki bu iyi ve kötü kendilik tasarımları birleştiği zaman gelişmeye başlar. Nesne ilişkileri kavramı bu açıdan oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu çekirdek kimliğin olmaması, kişinin sürekli aynı içsel aynılık öznesine sahip olmaması psikolojik ölüm gibidir. Bu bütünleşme işlemi kadar önemli olan diğer bir önemli husus özdeşimdir.
Özdeşim çok erken dönemde başlasa da nesne ve kendilik tasarımlarının ayrılması ve daha sonra iyi-kötü tasarımların birleşmesi ile güçlenir. Nesne imajları ve ilgili benlik işlevleri dışarıdan içeri alınır ve özümsenir. Böylece kişinin kimliği zenginleşir. Uyum sağlayıcı, gelişmeyi ilerletici özdeşimlerin yanında sağlıksız özdeşimler de mümkün olabilir. Her gelişim döneminde özdeşimlerin doğası ve nesnesi birbirinden farklıdır. Her yeni dönemde farklı özdeşimlerle çekirdek kimliğin doğası güncellenmeye devam eder. Psikanalitik kurama göre ergenliğin sonunda çekirdek kimlik oluşmuştur; bundan sonraki yaşantılar bu çekirdek kimliği zenginleşip yoksunlaştırabilse de genel doğasını değiştirmez.
Grup kimliği de bu çekirdek kimliğe çok erken yaşta yerleşir. Bireysel kimlik nasıl kişinin sürekli aynılık hissiyse, grup kimliği de kişinin büyük grup içinde diğer üyelerle yaşadığı sağlam aynılık, birliktelik duygusudur.
Çocuk psikanalisti ve araştırmacısı Emde(1991) bebeklikten itibaren grup kimliğinin nasıl oluştuğunu “bizlik kavramı” ile açıklamıştır. Bu bebeğin bakıcıları il, ebeveynleri ile uyum içinde hareket ettiğine dair, çocuğun zihninde bulunan bir fikirdir; bu fikrin altyapısının psikobiyolojik olarak var olduğunu ifade eder. Büyük grup kimliği çekirdek kimliğe, çocuğun çevre ve dış dünya ile artan ilişkileri ile kaynaşır; bu kaynaşma işlemi bebeğin ilk günlerinden ergenliğin sonuna kadar sürer. 3 yaş civarında tasarımların bütünleştiğinden ve nesne sürekliliğinin sağlandığından bahsetmiştik. Peki her zaman böyle mi olur?
Her kişide bazı iyi-kötü kendilik ve nesne imajları bütünleşmeden kalabilir. Bütünleşmemiş kendilik ve nesne imajları ile uğraşmak bireyin yaşamı boyunca uğraşacağı psikolojik bir gerekliliktir. Bu başa çıkmanın en etkili yollarından birisi de dışsallaştırmadır. Gerçekçi ve dengeli kendilik tasarımını sürdürebilmek için bütünleşmemiş hem kötü hem de iyi kendilik ve nesne temsillerini dışsallaştırmak gerekir, bu sağlıklı bireysel gelişim sürecinin bir parçasıdır.
Annenin ya da çocuğun yaşamında önemli bir kimsenin bilinçdışı olarak anksiyetesini, fantezilerini, algılarını, dış dünyaya ilişkin beklentilerini, başka bir kimseye ait kendilik ve nesne tasarımlarını, travmatize olmuş benliğini gelişmekte olan bir çocuğun kendilik tasarımlarına dışsallaştırması ile nesiller arası geçiş oluşur. Nesilden nesile aktarımları bireysel düzeyde klinik çalışmalarda sıklıkla görürüz. Çocuk bilinçdışı olarak geçmiş hikayeyi taşımaya, ailenin gerçekleştiremediği yası tutmaya, ailenin ruhsal hasarını onarmaya çalışır.
Tıpkı bireyler gibi büyük gruplar da çözemedikleri, halledemedikleri travmaları, kendileri yerine halletmeleri için bir sonraki nesile aktarırlar. Travmatize olmuş büyük grubun bireyleri tek tek kendi özgün kimliklerine sahipken ve hepsi travmaya karşı kendi özgün tepkilerini verirken, aynı zamanda bütün grubun üyeleri grubun büyük trajedilerinin zihinsel tasarımlarını paylaşırlar. Acı veren ya da kabul edilemez duygulara ve düşüncelere karşı olan zihinsel savunmalar da bu tasarım içine alınır.
Travmatize olmuş kendilik imajlarının geçişi psikolojik DNA’nın genç neslin önceki nesille nesne ilişkisi yoluyla genç neslin kişiliğine ekilmesi gibi olur. Bir nesilden ötekine geçirilen psikolojik DNA, hem bireysel kimliği hem de sonraki yetişkin davranışını etkiler.
Freud’un yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki mücadeleye dair tasviri bizi içkin insan yıkıcılığının gerçekliği ve onun beraberinde getirdiği tehlikeli sorunlarla yüzleştirir(Freud, 1920). Çoğunlukla hayatın bu gerçeğinin inkar etme ve yıkıcılığı başkalarında bulma isteği mevcuttur. Yıkıcılığın sorumluluğunu kabul etmek suçluluk duygusu doğurur; acı verici bu durum da sonuç olarak inkar etmeye ve yansıtmaya sebebiyet verir.
Bu kısmı daha iyi anlayabilmek için “düşman imgeleri” ve bunların süreçlerini incelemek yerinde olacaktır; etnik düşmanlıklar söz konusu olduğunda bir grubun üyesi olan çocuklar bütünleşmemiş kendilik ve nesne imajlarını başka bir grup üzerinden dışsallaştırır. İyi zamanlarda iki komşu grup benzerliklerini olumlu depoları üzerinden yaşarken, çatışma zamanlarında iki komşu grup kendi bizliğini korumak adına küçük farklılıkları abartır ve olumsuz parçalarını düşman gruba dışsallaştırırlar.
Örneğin savaş olgusu; düşmanın kötü olanla özdeşleştirilmesi, ona saldırıldığında bilinç düzeyinde çok az suçluluk duyulmasını ya da hiç suçluluk duyulmamasını garantiler. Savaşta oldukça artan bir yıkıcılığa karşıt olarak suçluluğa dair genel bir azalma mevcuttur. Bu durum, suçluluğa karşı başarılı bir paranoid bir savunma halidir. Savaş zamanında intihar oranlarındaki kayda değer düşüş, suçluluğun bu genel azalımına ve saldırganlığın kendinden çok düşmana odaklanmasının bir sonucu olarak görülmektedir. Aynı süreçler, kötü olanı ölmeyi hak eden saldırı kurbanlarına atfeden terörizmde de açıkça gözlenebilmektedir. Bunun yanı sıra, kötüyü toplum içinde aşağılanan kimi gruplara atfetmek ve kendinden var olan özellikleri diğer gruplara dışsallaştırma suretiyle kutuplaşma yaratan siyasi sistemlerde de aynı süreci görürüz.
Şiddeti ister kişi kendine yöneltsin ister bir başkasına aslında şiddet mutlak farklılığa yöneliktir. Şiddet herkesi ve her şeyi aynılaştırmak ister; en başta da içimizdeki farklılığı kabul edemeyişimizi. Bu farklılığa tahammül edememek güç ile birleştiğinde ardında büyük katliamlar soykırımlar bırakır. Amaç ötekini yok etmek ya da güçlü olanın aynısı haline getirmektir.
Farklılık ne olursa olsun, o farklılığa karşı herhangi bir tahammülsüzlük şiddeti getirebilir. Örneğin kadına, çocuğa, yaşlıya, eşcinsele şiddet… Aslında bunların hepsinin nedeni kişinin asıl yapısında olan kendi farklılığını benimseyememesi ile doğrudan ilgilidir. Ötekiyle ilk karşılaşmada kişiliğini ve kimliğini oluşturacak özdeşleşmeyi tamamlayamayıp “ben buyum” diyemediği noktada başkasına da “sen O’sun” diyemez.
Bu yazıda her ne kadar şiddetin bireysel süreçlerine daha çok değinilse de aslında şiddet hem bireysel hem de toplumsal bir sorundur. Bu sorunla daha etkin mücadele edebilmenin başlıca etkenlerinden biri belki de bireyin kendi içindeki farklılıkların farkında olup kabul etmesi ve böylece başkalarını kabulü daha kolay yaşantılamasıdır. Bunun dışında özellikle kadına şiddette görülen en önemli olgulardan birisi erkeğin bu şiddeti kadına bir güç göstergesi olarak uygulamasıdır. Bununla ilgili hukuki süreçlerde yapılması gereken düzenlemeler bu yazının kapsamının dışındadır. Bunun yanında yapılması gereken belki de en önemli noktalardan birisi toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile ilgili çalışmalar yapmak, kadını ve kadın bedenini ötekileştiren söylemlerden gündelik hayatımızda, sosyal medyada ve yazı dilinde uzak durmaktır. Psikanalitik süreçte de bahsedildiği gibi kullandığımız dışsallaştırmalar her ne kadar bireysel sürecin bir parçası olsa da bu dışsallaştırmaları olumsuzluğa yönelttiğimiz noktada toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yaratan ve kadını alt konuma düşüren hezeyanın istemeden de olsa bir parçası oluyoruz.