Öznenin Varoluş Sınırındaki Kaybı
Şeyda Uncu*
Savrulan Beden**
Yitiyor iste göz ardı edilen bedenim,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden
Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!
Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!
Psikosomatik mesele düşünüldüğünde Nilgün Marmara’nın “Savrulan Beden” şiiri bir emsal gibidir. Şiirde, bedenin yitiminde olan bir insanın sözleri duyulur. Sanki beden, aşk, söz ve bunların mümkün kıldığı simgesel bağdan tamamen koparılmışçasına “öylece kaskatı” kalıveren bir olgu olarak sunulmuştur. Bu yazımızda, tam da buradan psikosomatik meseleye değineceğiz.
Jacques Lacan’ın ifadesiyle “psikosomatik fenomenden” söz edecek olursak, öznenin ıstırabın öznesi konumunda olduğu ve belirtisini, temel çatışmasını beden üzerinden deneyimlediği bir olguyu psikanalitik bir bakışla ele alacağız demek oluyor. Güncel psikopatolojinin de temel sorusu olan “Psikosomatik nedir?” sorusu ile devam edeceğiz.
Psikosomatik kliniği, beden ve ruh birleşimini yansıtan önemli kliniklerden biridir. Ruh ve beden birbirinden ayrı düşünülemeyeceği gibi sadece ruhsal oluşumlara ya da sadece bedene odaklanmak klinik açıdan bireyi anlamayı güçleştirecektir. Çünkü özne var olan acıyı bedeni ile görmeye ve göstermeye başlamıştır. Görünür olan bedensel hastalığıdır ve sözünde herhangi bir ruhsal ıstıraba yer vermez. Oysa bu noktada Parman’ın şu sözlerini hatırlamak gerekecektir: ‘’Hissettiğimiz her olgunun bedensel bir yankısı, bedensel her hissedilişin ruhsal dünyada bir karşılığı vardır’’ (Parman, 2008, s.133). Aynı zamanda Foucault’un ruhun ve bedenin birleşiminde öznelliğin ortaya çıkış noktasını adlandırdığını anımsarsak, ruh ve beden arasındaki ancak hayali olabilecek bu ikili ayrımın birey üzerindeki yansımaları şiddetli olabilir.
Peki karşılıklılık ilkesinde psikosomatik belirtisi olan bir özne nasıl oluyor da ruh ve beden arasındaki bağı ayırıyor? Bu soruya yanıt öğesi olabilecek ilk gözlemimiz, öznenin ‘’bedensel bir hastalığım var’’, diyerek hastalığın dışarıdan geldiğini ve bu durumu ‘’düzeltilmesi’’ gereken mekaniksel bir düzlemeye indirgediği şeklinde ifade edilebilir. Bireyin yaşamı, hastalıkla kesintiye uğrayarak, organlarının “gürültülü” hale gelmesine ve yaşamının sağlıksız bir biçimde engellenmesine yol açar. Kişi bu doğrultuda ruh ve beden arasında kalarak kaygı ve ıstırap duymaya başlar. Öyleyse daha spesifik olarak soru şudur: ‘’Sadece fiziksel olarak hasta olduğunu söyleyen birey için psikoterapinin yeri ne olabilir?’’
Hastaları ruhsal sağaltıma yönelten çoğunlukla kendi inisiyatifleri değildir. Onlar daha çok sağlık durumlarının kaybı nedeniyle bir hekime ihtiyaç duymaktadırlar. Bu talebinde özne, acı çeken bedeninin ancak tıbbi bir söylemin etrafında çare bulacağına inandığını duyurur. Günümüz tıbbı bu hastalıkların etkilerini ve sonuçlarını tanımlayabilse dahi tedavi sürecinde bireyin tedaviye yanıt vermemesiyle birlikte tıbbi söylemden çıkılır ve nedenleri psikoloji kliniğine bağlanır. Dolayısıyla ihtiyaç öznesinin hekim karşısındaki statüsü yer değiştirerek talep öznesine doğru evrilir çünkü hekim bir eksiğe işaret ederek dili adres gösterir. Böylelikle, psikoterapi talebi yani konuşma talebi çoğunlukla bir başkası (hekim vb.) doğrultusunda doğmaktadır. Klinik çalışma içerisinde bir hastanın terapi talebi şöyle ifade bulur: ‘’Uzun süredir devam eden tedavime katkı sağlamak istiyorum. Baya uzun süre oldu artık 12 seneye kadar gidiyor. Ben artık bir çözüm yolu aramayı bitiriyorum yavaş yavaş. Yıllardır arıyorum ve bir şey bulamıyorum o yüzden son seçenek artık neler olabilir diye buradayım’’. 12 yıl boyunca devam eden Alopesi Areata hastasının öznel söyleminde de duyulacağı gibi bedenini ruhsal sağaltımın dışına itmiş ve son çareyi konuşmak olarak getirmiş olduğunu duymaktayız.
Psikanalitik kuramda beden üzerinden semptomun yaşantılanışı iki psikopatolojiyi akla getirir: (1) Histeri ve (2) Psikosomatik. Bu iki psikopatolojik olgunun belirtilerinin kesişiminde olan beden, daima bir şey anlatmaktadır. Bedenin sesini ve sessizliğini dinleyerek ne söylediğine ve ne gizlediğine kulak vermeliyiz.
Freud 1986 yılında kaleme aldığı ‘’Anksiyete Nevrozu’’ makalesinde güncel nevrozlar ve psikonevrozlar ayrımını ortaya koymuştur. Güncel nevrozlarda psikosomatik hastaların beden üzerinde hastalıkları nasıl yaşadıklarını açıklayarak, histerik semptomun tersine bedensel bir hastalıkla karşı karşıya kalındığını anlatır. Histerik konversiyonda psikolojik bir gerçeklik ve simgesel anlam varken, güncel nevrozlarda söz konusu olan belirtideki “anlam yokluğudur”. (Parman,2005) Bastırma psikosomatik belirtide yetersiz kalarak histerik konversiyondan farklılaşmıştır. Histerik özne bedeni bir araç gibi kullanarak çatışmayı ifade ederken, psikosomatik olguda beden, ıstırabın öğesi olarak bastırılan duygulanımların ve dürtülerin sergilendiği alandır. Daha açık bir ifadeyle, psikosomatik olguda ruhsallıktan bedene doğru yaşanan sıçramayla özne bedeniyle acı çeker. Freud’a göre somatik belirti anlam yoksunudur. Belirti bedene yıkıcı bir zarar verirken, konversiyon histerisinde belirtiler bedene saldırmadan kontrol altına alınır (Debray, Dejous ve Fedida, 2015, s.15). Ayrıca histeri kliniğinde psikanalitik yorumlamanın, bir bilinçdışı oluşum olan belirtideki işlevselliğini gözlemleriz.
Sonuç olarak, histeri vakalarında bedene libidinal yatırımın aşırılığı neden olurken, psikosomatik vakalarda bedende libidinal yatırımın azlığı ya da tamamen çekilmiş olması beden üzerinde bir bölümün ya da düzeninin ön plana çıkması görülmektedir.
Jacques Lacan: Psikosomatik Fenomen
Lacan, beden ve psişe arasındaki ayrımdan ziyade düşünce ve beden arasındaki ayrımın önemine odaklanır. Dolayısıyla ortak söylemden farklı bir konumda çalışmalarını yaptığını şimdiden söylemek mümkündür.
Fenomen denilince özsel nitelikler duyarız. Nesneler burada gerçek nesneler olmaktan çıkıp ide haline gelmiştir. Yani nesne artık bilinçte ortaya çıkan fenomen olduğu için özsel denilmektedir. Lacan, R. Levy ve H. Danon- Boileu’nun 1953 tarihli ‘’Yüksek tansiyon üzerine psikosomatik görüşler’’ adlı makalelerinde organik bir sebep saptanmayan özgül bir hipertansiyon olgusunu, dönemlerinin psikosomatik anlayışına dayanarak ele alırlar. 1964-1976 yılları arasında ise Lacan, psikosomatik fenomenler üzerine esas çalışmalarını ortaya koymaktadır.
Lacan’ın kuramında psikosomatik fenomeni iki ayrı bakış açısıyla ele alabiliriz: Önce psikosomatik hastalardaki gösterenin işlevinin ve gösteren zincirinin nasıl farklılaştığı; daha sonra psikosomatiğe özgü Jouissance’ı (zevki) nasıl ele alabileceğimiz konusu.
İlk olarak Freud’un semptom üzerine yorumunu ele alarak Lacan, psikosomatik fenomenin bir semptom olmadığını savunur. Lacan’a göre psikosomatik fenomende mesaj, öznenin kendisinden olan, fallik bir anlam taşıyan ve dolayısıyla kastrasyonla ilgili semptomdan farklılık gösterir. Ona göre psikosomatik fenomen özneyi temsil etmez ve dolayısıyla da gösteren zincirinin farklılaşmasıdır. Gösteren burada arzunun diyalektiğindeki asıl konumu yitirerek saf bir işaret haline gelir. Bu durumu Seminer XI’de Pavlov’un deneyi ile açıklamıştır: Pavlov’un bilme arzusuyla hareket ettiğini ve bu şekilde kendi arzusunu temsil edebildiğini savunmuştur. Bu arzunun göstereni (çan), onu (Pavlov) özne olarak bir başka gösteren için (salya) temsil eder. Bu salya ayrıca bedenin istediğini elde etmesinin (jouissance) işareti olarak duyulur. Hayvanın midesinde ülserin varlığı ile birlikte bir artık (nesne a) üretilir. Böylelikle deneycinin ek tatminini –bir zevk fazlasını- taşıyan lezyon, baştaki hipotezi doğrular. Lacan’ın matematik formülasyonuyla şu şekilde ifade edilir:
(S1) trompetin sesi. ???? (S2) salgı, fruition (doyum/gerçekleşme)
(S) Pavlov (a) Ülser (Valas, 2010).
Hayvan burada uyarana (çan) fizyolojik bir işlevle yanıt vermiştir. Bu yanıtın ardında hayvanın midesinde beliren ülser bir gösteren gibi değil, saf bir işaret olarak yerini almıştır (Castanet, 2004). Psikosomatik hastaların da, tek başlarına anlamları olmayan ve kendilerine ihtiyaç şeklinde kendisini dayatmış gösterenlere belirtileriyle yanıt verdiklerini savunuyoruz.
Lacan Psikanalizin dört temel kavramı seminerinde (1964): ‘’öznenin ilk gösteren olarak Ötekinde ortaya çıktığını, birli gösteren olarak Ötekinin alanında boy gösterdiğini ve bir başka gösteren nezdinde özneyi temsil ettiğini ve o öteki gösterenin etkisinin ise öznenin aphanisisi olduğunu’’, ifade eder (Lacan, 2013, s. 231). Daha net bir şekilde ifade edecek olursak; özne bir gösteren tarafından başka bir gösteren için temsil edilmektedir. Lacan, psikosomatik fenomeni klinik yöntemlere aktarır ve bedenin temel ihtiyacı bozulduğu zaman, öznenin Ötekinin arzu buyruğuna karşı kendini savunamadığını ve ısrarcı arzusunun bedensel lezyonlara neden olabildiğini savunur. Bu nedenle öznel metafor başarısız durumda kalır. Bu noktada, gösteren ve gösteren zincirinin farklılaşmasında önemli bir tanımlama olan ‘’holophrase’’ kavramını önerir.
“Holophrase” kelimesi dilbilimde az kullanılan bir kavramdır. Kelime anlamı olarak tek uzun bir kelime ile cümle olan durumu işaret etmektedir. Lacan, holophrase kavramını ‘’yüz yüze konuşan iki kişi arasında oluşan anlaşılamayan bir gürültüye eş değer’’ olarak tanımlamıştır (Lebrun, 2001). Holophrase’ı ele alabilmek için S, S1 ve S2’den bahsetmek gerekir. ‘’Lacan, gösteren-olayı S1 simgesiyle yazar. 1 sayısı bunun yegane bir olay olduğunu belirtmek içindir -bir semptom daima Bir ile aynı düzendendir- ve S harfi de signifiant (gösteren) kelimesini belirtir’’ (Nasio, 2007, s. 24). S2 ise; bilinçdışı bilgiyi temsil etmektedir. Dolayısıyla bilinçdışı gösterenlerin bir dizi halinde eklemlenmesidir. Lacan, holophrase’ı ise bu gösterenler arasındaki mesafenin namevcudiyeti ile tanımlamaktadır. Eğer bu dizide S1 ve S2 arasında boşluk kalmazsa, özne bölünmesinde ve bilinçdışı oluşumunda temel rol oynayan birinci gösteren ikilisi S1-S2 donarak holophraselleşir, yani katılaşırlar. Başka bir deyişle, holophrase kavramı ilk gösteren çiftinin donmuş olması anlamına gelmektedir. Bu ilk gösteren çiftinin donması klinik olarak çok farklı tablolarla sonuçlanabilir. Zeka geriliği, psikoz ve psikosomatik gibi birçok vaka ile karşılaşılır fakat özne her birinde farklı konumlanacaktır (Lebrun,2001).
Bilinçdışının oluşumundan bahsettiğimizde ayrıca Lacan ‘’a’’ nesnesi tanımlamasına referans gösterecektir. Küçük a nesnesi, bilinçdışının oluşumuyla birlikte özneyi inşa eden ve özneyi arzulamaya yönlendirendir. Öznenin arzuladığı, aradığı ama asla bulmak istemediğidir. Bu nedenle nesne a bir yanıyla durmadan tekrarlanan bir problematiğin yanıtının yokluğunu barındırmaktadır. Başka bir ifadeyle küçük a nesnesi, benzeyeni, küçük öteki ve öteki beni ifade etmektedir. (Nasio, 2007). Bu durumda küçük a nesnesi iki gösteren arasında bulunan kayba değil, kaybın etkisine verilen isimdir. ‘’İki gösteren çiftinin holophrase dönüşmesi, onların bir ikili olarak değil de ikisi birbirine yapışmış olduğunu düşündürmesi aradaki kayıp etkisinin üremediğini gösterir’’ (Lebrun,2001, s. 136). Gösteren ve gösteren zincirinin farklılaşmasında holophrase nedeniyle nesne a’yı yani arzunun nedeni olan nesneyi ortaya çıkaran bir alanın olmadığını ifade eder. Bu durum, simgesel düzeni temellendiren ilk yapılandırıcı yabancılaşmanın gerçekleşmemesinden dolayı bir takılma noktası olmasıyla birlikte iki gösterenin donması sonucu Öteki’nin arzusu diyalektiğinin açılmasının imkansızlığına neden olur.
Dile girme simgesel bir gerçektir ve gerçekte simgeselin kaydıdır. Daha açık bir ifadeyle, özne dil içerisinde var olur. Dil düzeneği, özneyi kurmakla birlikte arzuyu da aynı düzenekle yönetmektedir. Daha açık bir ifadeyle bilinçdışı özneye işaret ederken, özne de arzuya işaret edecektir. Psikosomatik fenomeni, arzu ve dilin etkisiyle yeniden değerlendirdiğimizde dürtü kuramına varırız. Dürtü, dilin, ’’gösterenin bedendeki etkisidir’’ (Valas, 2010). Daha açık bir ifadeyle kelimeler dokunur ve bedeni etkileyebilir. (Valas, 2010). Lebrun bu noktada şu hipoteze yer verir: ‘’Böyle bir patoloji gösteren tümevarım sürecinde bir tutulmayı işaret etmektedir. Psikosomatik fenomende dilin meydana çıkışında bir başarısızlık vardır. Dilin kendisiyle beraber getirdiği imkânsızı bir atlama, yalıtma söz konusudur’’(Lebrun, 2001, s.135). Psikosomatik olgu insana özgü bir hastalıktır çünkü gösterenin tümevarımının ıskalaması söz konusudur. Böylelikle gösterene yazılma durumu ancak insanı insan yapacaktır.
Psikosomatik fenomenden müzdarip olan kişi için libidinal bir bedenden bahsedebilmek mümkün değildir. Psikosomatik hastanın bedeni jouissance’ın hüküm sürdüğü bir bedendir. Holophrase sürecini de unutmamak gerekir ki; S2 Ötekinin zevkine dair bir bilgiyi temsil etmektedir. Psikosomatik fenomen bedenin bir bölgesini etkilemektedir ve bu parçasında zevklenme, acı ifadesinin de belirttiği gibi haz ilkesinin ötesinde devam etmektedir. Bu doğrultuda psikosomatik fenomen bir organın hasarıyla birlikte yasaya işaret eder diyebilir miyiz? Öznenin mecbur kaldığı- dayatıldığı- jouissance modeli bizlere Babanın-Adının simgesel yasanın garantisi olarak sunması yerinde kendini göstererek babanın adına dönüşmekte olduğunu söyleyebilir mi? Lacan (1975) Cenevre Konferansında psikosomatik lezyonları vücuda yazılan izler olarak tanımlamaktadır. Bu izler düzenli işaretler olmaktan ziyade arka arkaya atılan imzalardır. Lezyon bir yara izi olarak öznenin kendini tanımladığı (“Alopesiliyim”, “Kanserim”, vb.) bir imza halini alır. Beden üzerinde psikosomatik fenomenin yazılması- bir babanın adı haline gelen yazı- bir yapı belirlememektedir. Öznenin yapısından bağımsız olarak sintome ( Lacan, sinthome) ‘’dördüncü düğüm’’ işlevini yerine getiren Babanın-Adıdır (Lippi, 2008). Dolayısıyla Özne beden üzerindeki lezyonla birlikte mi kimlik sağlar?
Tartışma
Bu çalışma, “psikosomatik olguyu Lacancı bir bakış açısıyla tanısal kategoride nasıl ele alabiliriz?” sorusunu da doğurmuştur. İlk olarak Lacan’ın tanı için ifade ettiği (1) nevroz (2) psikoz ve (3) sapkın olmak üzere üç temel kategoriden bahsetmekte olduğunu hatırlatmak isterim (Fink, 2016). Lacan Psikosomatik fenomenden bahsederken psikosomatik bir ruhsal yapı olmadığını, aksine bu fenomenin yapılar arası olduğunu ifade eder. Daha açık bir ifadeyle psikoz, nevroz ve sapkınlıklarda her bir yapı içerisinde özgül fenomen olarak gözlemlenir. Bir dördüncü tanı olarak eklenemez. Çünkü burada asıl mesele psikosomatik olgunun jouissance ile olan özel ilişkilenme biçimidir (Castanet, 2004). Psikosomatikte beden kendini ifade ederek dilin kusurlarına tepki gösterir. Dolayısıyla analiz de, bu brüt halde olan jouissance’ı dilin işlevine sokmaktadır.
Bir diğer unsur ise; gösteren ve gösteren zincirinde meydana gelen farklılaşmadır. Göstereni başlatan Özne’nin dışında gösterenler gösteren gibi değil işaretler gibi hareket eder. Dolayısıyla gösteren bu zincirde arzunun diyalektiğinde asıl konumunu yitirerek saf işaret haline gelir. Lacan göstereni dondurulmuş olarak holophrase şeklinde tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle holophrase ile tanımlanan gösteren, özneyi bir diğer gösteren için temsil edemeyecektir. Bu durumda ben ve ben olmayan arasındaki sınırın belirsizliği de aktarım- karşı aktarım ilişkisinde daha belirginleşecektir. Bu birli- holophrase olmuş sistemde bağımsız olma durumu teslim edilememiştir. Terapistin kendi ruhsallığını kullanması bu açıdan önemlidir.
Psikosomatik örgütlenmede nesne bedendir. Bu belirtilerin kökenindeki ıstırabın aynen bastırma ve bastırılmışın geri dönüşünde olduğu gibi sembolik bir düzlemde ruhsallaşmış bir belirti olarak ortaya çıkmak yerine beden düzleminde yani Gerçek’te somatik bir belirti olarak meydana çıktığını gözlemlemekteyiz. Psikosomatik olgu bedene yazımında bir işaretten olarak belirmektedir. Bu nedenle bir semptom gibi okunamayacaktır. Özne için dilin öneminden bahsettiğimizde de özellikle somatik belirtilerin, dil işlevinin yerini alarak beden üzerinde etki gösterdiğini söylemek mümkün olacaktır. Çünkü birey genellikle somatik şikayetlerine sarılmış ve onun tarafından ele geçirilmiş bir şekilde psikoterapi sürecine gelmektedir. Çoğunlukla yapılan çalışmalarda da görüldüğü gibi somatik bireyin ruhsal bir arayışta olmadığını ve çözüm aramadığını görmekteyiz. Somatik belirtilerin bireyin düşünmemesine ve ifade etmemesine/söze koymamasına bu bağlamda da ruhsal süreçlerin ele alınmamasına aracı olarak hizmet ettikleri düşünülmektedir. Psikosomatik hastalarla yapılan çalışmalarda unutmamak gerekir ki; psikosomatik hastalık açık bir yara gibidir: Öteki’ne doğru açılan bir travma ve bir başkasının gözyaşı yerinedir.
Son olarak bu kuramsal açılımları başka bir Alopesi Areata hastasının seansa getirdiği bir rüya ile noktalayacağız: ‘’Rüyamda o (ölen ağabeyi) geliyor mezardan. Mezarlık da bize çok yakında çapraz bir sokak vardı aramızda ama görünüyordu. Mezardan çıkmış yırtık pırtık ‘’O giderse ben gelebileceğim anne’’, diyordu. Annem hep bir şeyde kalıyordu. Şey yoktu, rüyanın devamı yoktu.’’
Özet: Öznenin Varoluş Sınırındaki Kaybı
Psikanalitik kuram içerisinde beden denildiğinde akla ilk gelen psikopatolojilerden biri psikosomatiktir. Psikosomatikte, nesne bedendir. Bir özneden bahsedebilmek için dil, beden ve arzunun birbirine eklemlenmesini düşündürmektedir. Bu yazı beden üzerinden hastalığı yaşayan psikosomatik bireylerin, bedeni, söz alanına – ruhsallığa- angaje etmekteki zorluklarına değinmektedir. Dolayısıyla Lacancı yorum etrafında ‘’psikosomatik fenomene’’ değinerek, teorik ve klinik boyutta özetlenmiştir. Hastadan ilk olarak hekime yönelen ‘’iyileştirilme’’ talebinin çoğunlukla bir başkası tarafından söz alanının eksikliğine işaret ederek evirildiği görülmektedir. Bedeni, ruhtan koparırcasına ayıran bu talep etrafında özne, psikoterapide nasıl konumlanacaktır sorusuna bu çalışmayla birlikte yanıt getirmektedir. Dayatılan bu talep karşısında klinisyenin, hekim ve bakım veren kişilerden farklı olarak konumlanacağı alanın önemini açıklamaktadır.