Bu kimlik inşa etme sürecinde biyolojik cinsiyeti önemli bir rol oynamaktadır. Bireyin biyolojik cinsiyeti sadece biyolojik varlığını tanımlamakla kalmaz, toplum içerisinde ‘kadın’ veya ‘erkek’ olarak psikolojik ve kültürel bir işleyişe gönderme yapan toplumsal cinsiyet kodlarını oluşturur. Toplumsal cinsiyet kodları içerisinde bulunduğumuz toplum yapısı tarafından belirlenir. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ve sosyal rol farklılıkları abartılarak kadınların aleyhinde işleyen bir cinsiyet eşitsizliğini meydana getirir. Türkiye gibi ataerkil bir toplumda toplumsal cinsiyet rollerinin sorgusuz kabulü ve benimsenmesi şüphesiz ki kadını mağdur etmektedir.
Çocukluktan itibaren cinsiyet kategorilerine uygun olan ve olmayan tutum, arzu ve davranışları ailenin onaylamasıyla birlikte öğrenme başlar ve bu roller pekiştirilir. Toplumda kız çocuklarından narin, kibar, sakin olması erkek çocuğa göre daha çok beklenerek edilgen bir kimlik dayatılmaktadır. Cinsiyetçi rollerle yetişmesi sonucu önce babasının veya erkek kardeşlerinin egemenlik ve baskısı altında toplumsallaşmış olan kadın, evlendiğinde eşi ile böylesi bir var olmayı sürdürmektedir. İleride nasıl oturup kalkması gerektiği, duygularını nasıl ifade edeceği, nasıl güleceğine kadar aslında toplum ona bir rol biçmiştir. Kız çocukları için öne sürülen oyuncaklar, oyunlar, reklamlar, masallardaki roller kısacası medyadaki her şey buna hizmet etmektedir.
Örneğin masallarda prenseslerin çoğu prens tarafından kurtarılmayı beklemektedir, üvey anneler ya çok kötü kalplidir ya da direk cadı olarak tasvir edilir. Kadının kurtulmak için bir erkeğe muhtaç olması veya tekrar evlenmiş bir kadının kötü olması gibi bize masum gözüken çok sevdiğimiz o masallarda belki üstüne hiç düşünmediğimiz bu tarz mesajlar bulunmaktadır. Evcilik oyunları, oyuncak yemek takımları, bebekler, her şeyin pembe olması gibi birçok normalleştirdiğimiz şeylerle büyüyen kız çocuğu aslında daha çocukluğunda kendisine uygun görülen rolü içselleştirerek ilerlemektedir.
Ebeveynlerin çocuğa olan tutumu, hangi çocukla nasıl zaman geçireceği konusunda cinsiyeti oldukça etkilidir. Ebeveynlerin kız çocukları üzerine daha fazla titremeleri erken dönemde bireyselleşme dönemi geçirmelerini engellemekle birlikte, kadınların erkeklere kıyasla daha bağımlı bir kişiliğe sahip olma eğilimi göstermelerine sebep olabilir. Okula başladığı dönemde okul başarısının takdir edilmesinin yanında ev işlerinde aileye destek beklenen çocuğun genellikle kız çocuğu olduğunu görmekteyiz.
Böyle yetişen kadınlar, evde çocukların bakımına ve ev içi sorumluluklara yönelik görevleri doğal görevi olarak algıladıkları için kendilerini daha değersiz ve önemsiz görebilmektedirler. Kadının sorumluluğu ve görevleri daha çok ev işi olarak görülmesi ilk olarak ailede başlamaktadır. Erkek çocuğa yemek, temizlik yapması öğretilmez ya da üstüne çok düşülmez. Yetişkin olduklarında da kadın ve erkeğin ekonomik olarak eve eşit düzeyde katkı sağladıkları halde, ev işi kadına yıkılmaktadır. Öyle ki yavru bakımında da eşitlik yoktur. Çocuklarla ilgilenmesi, oyun oynaması, ihtiyaçlarını karşılaması gereken kişi annedir toplumun gözünde. Bunlardan birisini eksik yaptığında hemen eleştirilir, kınanır. Erkeğin ev işlerine katılıyor olması onu “kadına yardımcı oluyor” şeklinde değerlendirilmesine, çocuğuyla olması gerektiği kadar vakit geçirmesi onu “harika bir baba” yapmaktadır.
Halbuki kadın çocuğuyla aynı düzey ilgilendiğinde bu ‘olması gereken’ bir şey olduğu için toplum bunu normal karşılar ve erkeği takdir ettiği kadar etmez. Çocuklukta ailede ev içinde başlamış olan bu eşitsizlik, ileride aynen devam etmektedir… İş hayatına ek olarak ev içerisinde de ekstra bir emek vardır, bu tükenmeye varacak kadar yıpratıcı olabilmektedir. Herhangi bir işte çalışmayarak “ev hanımı” sıfatını elde etmiş kadınların emekleri ise gereken değeri görmemektedir.
Tüm bu kalıp yargılarla yetişmiş olan kadın, meslek seçiminde ilk sıkıntılarını yaşamaya başlamaktadır. Mühendislik gibi teknik işlerin hala daha erkek işi olarak görülmesi, bu bölümlerin yüzde yetmişinin erkekten oluşması buna bir örnektir. İş hayatına başladığında psikolojik baskı görmesi, daha düşük ücretlerle çalışması, esnek çalışma saatlerinin erkeklere daha uygun gözükmesi gibi sorunlarla karşılaşabilmektedir. Bazı sektörlerde bu durum aşılmış gözükse de bu çok az bir alanı kapsamaktadır. Oysa kadınlar fizyolojik sağlık engeli bulunmadığı sürece aynı sürede hatta daha fazla çalışabilir durumdadır.
Bir diğer konu cinsiyet ayrımcılığına dayanan şiddettir. Kadına yönelik şiddet yüzyıllardır devam eden bir problemdir. Kadına yönelik şiddetin altında tam da bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği yatmaktadır. Erkeğin egemen olduğu düzende, kadın erkeğe ait bir obje olarak görüldüğü için kadın bunu reddettiğinde, mevcut otoritesini korumak için, kadını sindirmek için erkek şiddete başvurmaktadır. Erkeğin eğitim seviyesi yüksek olduğunda bu oranın azalmış olduğunu bilmekle birlikte, yok olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya gelmekteyiz. Her kesimden insanın kadına şiddet uygulayabilmesinin altında aslında cinsiyetçiliği ne kadar benimsemiş bir insan olup olmaması var. Eğitim, ekonomik düzey gibi durumlar maalesef sadece oranı azaltmaktadır.
Kadınların kendilerine dayatılmış kimlik tanımlamalarından kurtulup alternatif tanımlamalar yaratma mücadelesi devam etmektedir. Kendisine verilen tüm etiketlerin aslında onu ne kadar ezdiğini, baskı oluşturduğunu ve ataerkil düzene hizmet ettiğini fark edersek eğer kadın olmanın “zor olmaması” için bir adım atabiliriz. Çocuklarımızı cinsiyetlere ait olumsuz kalıp yargı ve tutumlara göre yetiştirmeyerek, çevremizde karşılaştığımız her tür cinsiyetçiliği engellemek için elimizden geleni yaparak her alanda mücadele etmeliyiz.