Kendine özel belirgin bir belirtisi olmayan HIV virüsü, tanı ve tedavisinde geç kalınması durumunda son evrede AIDS’e dönüşüyor. HIV virüsünün 8 – 15 yıl kadar hiç belirti göstermeyebildiğini belirten uzmanlar, belirtisiz dönemin virüsün vücutta çoğaldığı ve bulaştırıcılığın da maksimum olduğu dönem olması nedeniyle hastalığı tehlikeli hale getirdiğini vurguluyor. Uzmanlar, virüsün bilinenin aksine sadece cinsel yolla bulaşmadığını ve hastaların ilaçlara ücretsiz ulaşabildikleri için şüphe duyduklarında vakit kaybetmeden sağlık kuruluşlarına başvurmalarını tavsiye ediyor.
Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Beyin Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Dr. Songül Özer, AIDS ve HIV hakkında değerlendirmelerde bulundu ve son derece önemli tavsiyeler paylaştı.
HIV1 daha yaygın görülüyor
HIV ve AIDS kelimelerinin insanlarda kafa karışıklığına yol açtığını belirten Enfeksiyon Uzmanı Dr. Songül Özer, “HIV nedir, AIDS nedir? İkisi aynı şey midir? Mikroorganizmanın, yani virüsün adı HIV. AIDS ise bir sendromdur. Yani HIV taşıyan, bu mikroorganizmayı vücudunda bulunduran insanların, mikroorganizmayı aldıktan yıllar sonra vücutlarında meydana gelen çeşitli enfeksiyonların oluşturduğu bir hastalık tablosuna verilen isim ise AIDS. Kısaca mikroorganizma denildiğinde HIV’den, hastalıktan bahsetmek gerektiğinde de AIDS’ten bahsediyoruz. Bu ikisi arasındaki fark budur. Bildiğimiz kadarıyla şu anda dünyada HIV1 ve HIV2 olmak üzere iki çeşit HIV var ama daha çok epidemiler yapan, yani salgın halinde görülen tipin HIV1 olduğunu söyleyebiliriz.” dedi.
2019’da 25 bin kişi HIV virüsü taşıyordu
HIV’in ikinci tipinin daha çok Batı Afrika’da sınırlı kaldığını ifade eden Özer, “Bütün dünyaya çok fazla yayılmamış ama HIV1 dünyada artık tüm ülkelerde görülebiliyor. 1984 yılında dünyada, 1985 yılında da Türkiye’de ilk vaka tespit edildi ve zaman içerisinde vakalar artış gösterdi. Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye’de en son açıkladığı 2019 raporunda kan testiyle bakıldığında vücudunda bu mikrobu taşıyan kişi sayısının yaklaşık 25 bin civarında olduğu belirtiliyor. Hastalık 3 dönem halinde oluşuyor ve son dönemine AIDS deniyor. AIDS nedenle tedavi gören kişilerin de 2019 yılında yaklaşık 1900-2000 kişi civarında olduğu söyleniliyor.” ifadelerini kullandı.
Hastalığa özgü bir belirti bulunmuyor
Dr. Songül Özer, insanların mikroorganizmayı bilinen en fazla bulaş yolu olan cinsel yolla, kan ve kan ürünleri yoluyla, organ nakli yoluyla veya gebelikte HIV pozitif olan annenin bebeğine aktarması yoluyla vücutlarına aldıklarını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Bu mikroorganizma; solunum, yeme içme ve ağız yoluyla vücuda girmez, girse de hastalık yapmaz. Vücuda girdikten sonra hemen belirti yapmaya başlıyor. 1 hafta 10 gün içerisinde bu hastalığa özgü belirtiler olmadığı için genel bir halsizlik, kırgınlık, yorgunluk, boğaz ağrısı yaşanıyor. Bazen yüksek ateş, nezle, grip hali gibi belirtiler olduğu için hastanın aklına HIV pozitif olduğu veya bu virüsü aldığı gelmiyor. Virüs vücuda girdikten sonra kanda test edilebilir bir düzeye gelmesi gerektiği için ortalama 3 ila 6 aylık bir süre geçmesi gerekiyor. Kişi bu süreç içinde biriyle temas ettiğinde virüsü bulaştırır ama kendi vücudunda da mikroorganizma sayısı az olduğu için bulaştırıcılığın miktarı az olur. Kanda tespit edilebilir düzeye gelmesi aslında virüsün vücutta olgunlaştığı anlamına geliyor. Biz 6 ayı mutlaka görmek isteriz. Kişi 3’ncü ayda negatifse temas ettiği kişinin de kesinlikle HIV pozitif biri olduğuna eminse mutlaka 6. aydaki tespiti de görmek isteriz. 3’ncü ayda negatif çıktığında 6’ncı ayda da negatif çıkacak diye bir kural olmadığını söyleyebiliriz.”
Uzun zaman hiç belirti göstermeyebiliyor
Yaklaşık 8-15 yıl gibi uzun süre hiçbir belirti görülmeyebildiğine dikkat çeken Özer, “Hastalığın tehlikeli olmasının sebebi bundan kaynaklanıyor. Bu belirtisiz dönem aslında virüsün vücutta çoğaldığı ve bulaştırıcılığın da maksimum olduğu dönemdir. İşte bu dönemde kişinin belirtisi olmadığı için toplumda yaygınlaşmaya başlıyor. Eğer korunma yollarını bilmez ve bu yollara uygun hareket edilmezse kişide fırsatçı enfeksiyonlar başlıyor.” dedi.
HIV virüsü vücuttaki T lenfositlerini tüketiyor
Enfeksiyon Uzmanı Dr. Songül Özer, HIV’in en önemli zararının bağışıklığı sağlayan vücuttaki T lenfositlerini tüketmesi olduğunu söyledi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu mikroorganizma lenfositleri tüketiyor. Yani lenfositlerin sadece HIV’e karşı değil, bütün mikroorganizmalara karşı olan cevabını ortadan kaldırıyor. O yüzden AIDS’te hastaların ölümü araya giren fırsatçı enfeksiyonlar nedeniyle gerçekleşiyor. Bir diğer deyişle HIV virüsü vücudun askerlerini tüketiyor. Böyle olunca HIV’i negatif olan insanlarda çok hafif seyreden enfeksiyonlar, savunma mekanizması bozulduğu için HIV pozitif olan kişilerde ölüme neden olan ağır enfeksiyonlara neden oluyor. O yüzden de kişide geçmeyen ishaller, kilo kayıpları, ciddi zatürreler ve belki basit bir nezle ya da grip yapacak olan mikroorganizma bu kişide ağır zatürrelere neden olabiliyor. Örneğin bulantı ve kusmayla geçiştirilebilecek hastalık yapan bir virüs ya da bakteri, bu hastanın vücuduna girdiğinde ağır ve geçmeyen, aylarca süren ishallere neden oluyor. Yani hastalık tablosu çok ağırlaşıyor. Bazı fırsatçı enfeksiyonlar; ağız içerisinde yaralar, vücutta açık yaralar, kanamalar bazen çok ciddi karaciğer, dalak, akciğer, böbrek tutulumları ve menenjit bile meydana getirebiliyor. Bu tablo elbette hastanın bütün savunma sistemini iyice bozuyor ve bu fırsatçı enfeksiyonlar da yeterince tedavi edilmezse maalesef hastayı kaybediyoruz. Tabii ki bu çok geç tespit edilen veya arada herhangi bir şekilde doktora müracaat etmeyen, tedavi olmayan hastaların tablosu.”
Bütün ameliyatların öncesinde HIV testi yapılıyor
1986 yılında Sağlık Bakanlığı’nın bulaştan korunma için çok önemli bir karar aldığını vurgulayan Dr. Songül Özer, “Bütün ameliyatlarda, ameliyat olmadan önce kişiye kan testi yapılarak vücudunda HIV virüsü taramasına başlandı. 8 – 15 yıllık bir süre belirtisiz ilerlediği için kişilerde ancak şikayet olduğunda gelip test yaptırmasını beklemeden yapılan taramalarla HIV pozitifliği tespit edilebiliyor. Ameliyat olacak kişilerin taranması, hem kişinin kendisi için hem de onu ameliyat edecek olan ekibin sağlığı için çok önemli. Bulaştırıcılığı azaltmak için çok önemli bir yol olduğunu söyleyebiliriz.” dedi.
Virüse karşı artık daha çok ilaç üretiliyor
1990’lı yılların sonlarına doğru artık engelleyemediğimiz ve vücuduna bu mikrobu almış, kan testleriyle de pozitif olduğu tespit edilmiş, artık fırsatçı enfeksiyonlar başlamış olan hastalar için iki, üç tane ilaç üretilmeye başlandığını belirten Özer, “Dünyadaki tüm bilim insanları bu konuda çalışıyor. Maalesef o dönemde hastaların yaşam sürelerini çok uzatamıyorduk. Hastaya ‘Senin HIV testin pozitif çıktı’ dediğimizde, maalesef çok ömrün kalmadı ve bu öleceksin demek gibi bir cümleydi. Fakat özellikle 2000’li yılların sonuna doğru birçok ilaç bir anda piyasaya sürüldü çünkü virüsün yapısını çok iyi öğrendik. Virüsü çok iyi tanımak hem ilaç geliştirilmesi için hem de aşı çalışmaları için çok önemli. Bu yüzden artık 2021 yılında elimizde birçok anti-retroviral ilaç imkanımız var.” diye konuştu.
Hastalar ilaçlara ücretsiz erişebiliyor
Dr. Songül Özer, ‘Hastalar erken tarama testleri ile erkenden tespit edilebilirse ve kişiler de kendilerine şüpheli herhangi bir temas öyküsü olduğunda hemen bir hekime müracaat ederek anti-HIV testi ile vücutlarında antikor baktırırlarsa o zaman elbette başarı şansı artıyor.’ dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu durumda ilaçları da erken kullanmaya başlıyoruz. Hastanın hem ömrü uzuyor ve yaşadığı süre boyunca yaşam kalitesi artıyor. Yani fırsatçı enfeksiyonların önüne geçmiş oluyoruz. Bu anti-retroviral tedavide mikroorganizmaların sayısını yani HIV sayısını azaltmayı, fırsatçı enfeksiyonların başlamasını engellemeyi ve başladıysa olanları tedavi etmeyi amaçlıyoruz. Günümüzde mevcut olan ilaçlarla bunu büyük ölçüde başarıyoruz. Yani hastalarımız yüzde 100 hayatını kaybedecek diye bir kural yok. HIV ölümcül bir hastalık ama kesinlikle öldüren bir hastalık değil. Erken tespit edilirse ve yeterince doğru ilaçlar kullanılırsa kurtulmak mümkün. Şu an Türkiye’de birçok ülkede olmayan bir uygulama var. Anti-retroviral tedavi, Sağlık Bakanlığı’nın geri ödeme kapsamında bulunuyor. Eğer bir hekimin muayenesi ve reçetesi söz konusu ise hastalar bu sayede ilaçlara ücretsiz olarak erişebiliyorlar.”
Hastalık sadece cinsel yolla bulaşmıyor
Enfeksiyon hastalıkları uzmanlarının bir görevinin de HIV pozitif olan kişilerin morallerini yüksek tutmak ve onların toplumdan izole edilmemelerini de sağlamaya çalışmak olduğunu ifade eden Özer, “HIV virüsünü taşıyan bir insana sarılmakla, onunla kucaklaşmakla, tokalaşmakla, yanaklarından öpmekle, saçını okşamakla, aynı masada yemek yemekle, sohbet etmekle, aynı tuvaleti kullanmakla, aynı otobüste, arabada veya trende yolculuk yapmakla bulaşmadığını biliyoruz. Bu yüzden eski yıllarda vebalılara ve cüzzamlılara yapılan uygulamayı 21’nci yüzyılda AIDS’li hastalara yapıyoruz. Bu hastalığın sadece cinsel yolla bulaşan bir hastalık olduğunu sanmak aslında çok büyük bir hata.” dedi.
Hasta kişiler etiketlenmemeli ve tecrit edilmemeli
Özellikle toplumda zannedildiği gibi ‘AIDS’li hastalar homoseksüeldir’ şeklinde bir etiketleme olmaması gerektiğini vurgulayan Dr. Songül Özer, “Daha doğrusu bir insanın HIV pozitif olduğunu öğrenmek, özellikle de bu bir erkekse hemen ‘homoseksüeldir o’ gibi bir yargıya ve etikete dönüşüyor. Böyle bir yanlış inanış var. Türkiye’deki vakaların yüzde 80’lik kısmı erkeklerden oluşuyor. Ama sanıldığı gibi HIV pozitif olan erkeklerin büyük bir kısmı homoseksüel değil. Aksine AIDS daha çok heteroseksüel cinsel ilişki ile bulaşıyor. Yani korunmasız bir şekilde erkek-kadın ilişkisi ile bulaşıyor. İlişkinin başından itibaren kondom denilen uygulama yapılırsa aslında bulaştırıcılık sıfırlanmasa da büyük ölçüde azalıyor. Bu şekilde bir uygulama yapılmadan gerçekleştirilen heteroseksüel cinsel ilişki, AIDS’in en önemli bulaş yolu. HIV pozitif olduğunu öğrenilen kişiye özellikle bu bir erkekse ‘homoseksüeldir’ gibi bir yaklaşım içerisinde olunmamalı. Bunun dışında ‘Homoseksüel değilse o zaman madde bağımlısıdır’ diyen yaklaşım da var. Madde bağımlısı olmak önemli bir bulaş nedeni çünkü damardan madde kullananlarda ortak enjektör kullanımı gibi bir uygulama var. Ancak maalesef herhangi bir ameliyatı gerçekleştirilmiş ve ameliyat sırasında kontrolsüz bir kan ürünü takılmış olan kişiye de kan ve kan ürünleri yoluyla AIDS’in geçebileceğini unutmamak lazım. Hiçbir şekilde kişi etiketlenmemeli tecrit edilmemeli.” diye konuştu.
Sonuç doğrulaması için defalarca kontrol testi yapılıyor
Enfeksiyon Uzmanı Dr. Songül Özer, HIV pozitif olduğunu öğrenen kişinin ilk aşamada mutlaka bir enfeksiyon hastalıkları uzmanına gidip onun programına dahil olması ve hiçbir şekilde hekiminin söylediğinin dışına çıkmaması gerektiğini vurguladı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Çünkü HIV’in bir kere pozitif bulunması yeterli olmuyor. Bir kez daha doğrulama için defalarca kontrol testleri yapıyoruz. Her HIV pozitif aynı değil. Kimisinin karaciğeri çok etkilenmiştir, kimisinin hiç etkilenmemiştir. Kimisinin bağışıklık sisteminin hücreleri tamamen yok olmuştur, kimisinin çok az yok olmuştur. Yani kişinin hastalığının evresini öğrenmesi gerekiyor. Bütün bunları yapacak olan kişi enfeksiyon hastalıkları uzmanı ve birçok test ve birçok kan testi yapılacak. Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan eğitim ve araştırma hastanelerinde, üniversite hastanelerinde bunlar ücretsiz yapılıyor. O yüzden mutlaka o hastanelerdeki enfeksiyon hastalıkları uzmanlarının programına dahil olsunlar, gereken bütün testleri yaptırsınlar, ilaçlarını düzenli kullansınlar.”
Yan etkiden dolayı tedavi yarım bırakılmamalı
Kullanılan ilaçların yan etkileri olduğunu belirten Özer, “Bu ilaçlar rahatlıkla kullanılan ilaçlar değil. Bu yüzden hastaların bir kısmı bu ilaçları kullanmaya başlıyor fakat devam etmiyor. Bulantılar, baş ağrıları, aşırı halsizlik gibi yan etkilerinden dolayı hasta tedaviyi bırakıyor. Bu tedavi esnasında karşılaşılan en kötü durum çünkü virüsü daha da güçlendirmiş oluyoruz. Bir diğer uygulamada ise artık HIV pozitif olan annenin bebek doğurmasını engellemiyoruz, hastalığın bebeğe geçme ihtimali yüksek ama annenin emzirmesini engellemeye çalışıyoruz. Annenin ya da gebe kişinin ilaç tedavisini kesmesinin en büyük hata olduğunu söyleyebiliriz. Artık ilaç çeşidimiz çok fazla. Gebe olan kadınlarda kullanılan ve bebeğe zarar vermeyen ilaçlar da var. O yüzden gebelerin de anti-retroviral tedaviyi kesinlikle kesmemesi gerekiyor ama emzirmeyecekler ve normal doğum yapmayacaklar. Mutlaka sezaryen doğum yapmaları gerekiyor.” ifadelerini kullandı.