GDO’ların üretim ve kullanımının çokuluslu şirketlerin tercihleri doğrultusunda yaygınlaşmasına bağlı olarak biyoçeşitliliğinin azalması ve bununla koşut olarak küresel pazar baskısı karşısında gelişmekte olan ülkelerin tarımsal ve hayvansal üretim sistemlerinin ciddi bir tehdit altına girmesi kaçınılmaz görülmektedir. Bu durum, getirebileceği sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki sorunlar nedeniyle, tarımsal ve hayvansal yerel üretim şekillerinin sürdürülebilirliğini, dolayısıyla dünyanın gıda güvenliğini tehdit etmektedir.
Son yıllarda genetik ve moleküler biyolojide meydana gelen gelişmeler, organizmaların genetik yapılarının mühendislik işlemleriyle işlenebilmesi ve biçimlenebilmesini (manipülasyon) olanaklı hale getirdi. Bu kapsamda, gen teknolojisinin olanaklarıyla gen değişiminin doğal süreçler içinde mümkün olmadığı ilgisiz canlı türleri arasında gen aktarımı yapılabilmekte ve bu yolla organizmaların gen yapıları amaçlı şekilde değiştirilebilmektedir. Böylece, daha fazla ve kaliteli ürün veren, marjinal koşullara ve zararlılara karşı dayanıklı, gen mühendisliği ürünü bitki ve hayvan türleri (GDO’lar) geliştirilebilmektedir.
GDO’ların geçmişi, bakteriler aracılığıyla gen aktarımının yapılmasını (1974) takiben, Monsanto Firması tarafından ilk kez “kanamisin” antibiyotiğine karşı dirençli gen aktarımlı (transgenik) tütün bitkisinin geliştirilmesi ve ilk transgenik ürünün pazara sürülmesine (1988) kadar dayanmaktadır. GDO’ların pratik yararlarının anlaşılmasıyla birlikte bitkisel ve hayvansal üretimin yanında kısa sürede ilaç, kozmetik, çeşitli sağlık uygulamaları ve çevre temizleme sektöründe de kullanımının yaygınlaştığı görülmektedir. Özellikle, ürün miktarı ve kalitesinde beklenen artışa bağlı olarak gıda yetersizliğinin aşılması yönünde oluşturulan beklentiler nedeniyle, genetik olarak değiştirilmiş (GDO) bitkilerin tarımı (biyoteknolojik tarım) oldukça ilgi çekmekte ve dünyada hızla yaygınlaşmaktadır. Nitekim, ABD’nin başı çektiği GDO’lara dayalı tarımsal üretimin 1997’den itibaren 30 kat artarak, yaklaşık 1.7 milyon hektardan 2001’de 53 milyon, 2003’de ise 63 milyon hektara (Kefi, 2002) ulaşması, bu ürünleri kapsayan tarımsal biyoteknoloji sektörünün büyüme hızını göstermektedir.
Gen aktarımlı bitkilerin (GDO’ların) kullanımının sağlayabileceği yukarda belirtilen pratik yararların yanında, bu ürünlerin ekosistemde ve gelişmekte olan ülkelerin sosyoekonomik yapılarında çeşitli sorunlara yol açabileceği de düşünülmektedir.