Bağlanma, çocuk ile bakım veren kişi (anne-baba ya da birincil bakıcı) arasında kurulan duygusal bir bağdır. Bağlanma kuramına göre anne dışındaki kişilerde birincil bağlanma figürü olabilirler. Yani bağlanmanın olması için çocuğa temel bakım veren kişinin anne olması gerekmez. Bağlanmada esas olan bebeğin sevgi ve şefkat ile ihtiyaçlarının en kısa zamanda ve tutarlı olarak karşılanması ve çocuğun korku temalı duygularının sakinleştirilmesidir.
Bağlanma Teorisi, annelerin ya da birincil bakıcıların ilk 1-2 yıl içinde çocukları ile kurdukları bağın niteliğinin ömür boyu çocukları psikolojik, zihinsel ve sosyo-duygusal açıdan etkilediğini açıklayan bir teoridir. Bu teoriye göre bağlanma, çocukların tüm yaşamları boyunca kendileri ve çevreleri ile kurdukları ilişkilerin alt yapısını oluşturur.
Bu yazının konusu, bağlanmayı ve türlerin açıklamaktan ziyade bağlanmanın beyin ile ilişkisini ve regülasyon kavramlarını açıklamaktır.
Açıklamaya önce “regülasyon” dan başlayalım… Bebekler altını ıslatmak, acıkmak gibi fiziksel uyaranlarla ya da yüksek ses, parlak ışık gibi çevresel uyaranlarla yalnız başlarına baş edemezler. İnsan yavrusu bütün türler içinde en çaresiz ve bakıma muhtaç olandır. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin sadece karnını doyurmak yeterli değildir; onun sinir sistemini sakinleştirmek için göz teması, ses tonu ve dokunma şarttır. Ebeveynin bu anlamdaki davranışlarının tümü bebeği regüle etme demektir. Bu sadece bebeği sakinleştirme anlamına gelmez, çok uyarılmış bir bebeği daha dengeli bir noktaya çekmek ve hissizleşme derecesinde tepkisizleşmiş bir bebeği de daha yukarı çekmek anlamına gelir. Her ikisi için de bunu yapmanın yolu göz teması, ses tonu ve dokunmadır. Regülasyon, bebeğin tek başına yapabildiği bir şey değildir, hayatının ilk yıllarında bunun onun adına yapılabilmesi gerekir. Ebeveynin ya da bakım veren kişinin bebeği regüle etme haline ko-regülasyon denir.
Bebek büyüdükçe karşısındaki kişi tarafından regüle edilme halini içselleştirerek kendi kendini regüle edebilir hale gelir, buna da öz-regülasyon denir. Kişinin ilerleyen yaşlarında bunu yapabilmesi için hayatının ilk aylarında bunu yaşantılamış ve içselleştirebilmiş olması gerekir. Bütün bu süreç, hayatın ilerleyen yıllarında sosyalleşirken ve ilişki kurarken oldukça belirleyicidir. Partnerimiz, arkadaşımız ya da o anda ilişkide olduğumuz kişinin sinir sistemi yukarı çıkarken bizim kendi sinir sistemimizi kontrol altında tutup dengede kalarak onunkinin aşağı indirmek ya da onun da bize aynısını yapması interaktif regülasyondur.
İnteraktif regülasyonu daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verilebilir; bir çift düşünün, harika bir sohbet anındalar, her şey doğal akışında. Hayatın bu anına sakin akan nehir denilebilir. İlişki de bu nehrin üzerinde akan bir kayık olsun. Çiftlerden birinin niyeti farklıyken söylenen bir söz ya da bir davranış yanlış anlaşıldı. Ses tonu yükseldi, gözleri büyüdü ya da çenesi kitlendi; bu da nehrin dalgalanma hali. Ya da tam tersi oldu, söylenen bir söz ya da yapılan bir davranış yine yanlış anlaşıldı ve karşıdaki kişi bu sefer dondu kaldı; gözleri boş bakmaya başladı, yüzü ifadesiz bir hal aldı. Bunu da nehri buz tuttuğu, hiç akmadığı hali olarak düşünebiliriz. Dalganın ya da durgunluğun sebebini anlamak o anda nehrin sakin akışına dönmesine yardımcı olmaz, yapılması gereken hemen o anda kayığı yani ilişkiyi kurtarmak. Bunu yapabilmek için de interaksiyonel regülasyonu kullanabilmek gerekiyor. Nehir yeniden sakin akışına döndükten sonra da neler olduğu hakkında konuşabilmek aradaki sorunun tamamen ortadan kalkması için yapılacaklardandır diyebiliriz. Bağlanma ve anne ile ilişkilerin yetişkinlikteki ilişkileri nasıl etkilediğini anlamamıza regülasyon kavramı bu anlamda oldukça yardımcı oluyor.
Gündelik hayatımızda sinir sistemimiz; dışarıdan gelen sesleri, görsel uyaranları, dokunuşları, beden hareketlerini, içseslerimizi, düşüncelerimizi, algımızı, tetiklenme adını verdiğimiz algı yanılgılarımızı yani pek çok uyaranı daha biz fark etmeden regüle ediyor, yani optimum seviyede tutuyor. Bir tehlike algısı gelene kadar da dengede tutmaya devam ediyor.
Bu noktada bağlanma ve beyin kimyası ilişkisine geçmeden önce beynin işleyiş sürecine bakmamız gerekiyor. Beyni daha kolay anlayabilmek için ikiye ayırabiliriz; ilkel sistem ve sofistike sistem. Günlük hayatta bir tehlike hissettiğimiz anda sofistike sistem devre dışı kalıp ilkel beyin devreye giriyor; yani akıl ve mantıktan ziyade kaçmak, savaşmak ya da donmak üzerine kurulu sistem. Bu bize daha çok atalarımızdan kalan bir miras, doğal yaşamda bir tehlikeyle kalındığında düşünmeye vakit ayırmak ölüm demekti, bu sebeple beyin hayatta kalmak için savaşma, kaçma ya da donma gibi tepkilerle hayatta kalıyordu. Bu yüzden çok öfkeli, çok üzgün birine yani normal regülasyon seviyesinin dışına çıkmış birine karşı mantıklı sözlerle teselli verme yerine dokunarak, yumuşak bir ses tonu kullanarak, göz teması kurarak daha çok sözsüz ifadelerle yaklaşmalıyız, çünkü ilkel beynin dili sözsüzdür. Şu anda belki dışarıda ilkel insanlar gibi kaplanlarla, kurtlarla ya da bize zarar verebilecek herhangi bir canlıyla karşılaşmıyoruz belki bunun yerine çocuğa kendini güvensiz ve tekinsiz bir ortamda olduğunu hissettiren bazı ebeveyn tutumları var. Ebeveyni tarafından korunmayan; ihmal ve ihlal edilen çocuklar bu ilkel beyin düzeyine dönüyor ve oradan tepki veriyor. Bu aşamada çok uzun süre kalmanın da uzun süreli zararlarının olduğunu maalesef yetişkinlik yaşamında görüyoruz; üst fonksiyon yani sofistike beyin zarar görüyor ve uzun süre olması durumunda çocuk gibi davranan ergenler, bir türlü büyüyemeyen yetişkinler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Peki bu nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlayabilmek için ilkel ve sofistike beyine ve erken yaş yaşantılarının beynin kimyasını nasıl değiştirdiğine odaklanmamız gerekiyor. Sofistike kısım beynin mantık yürütme, karar verme, planlama, konuşma ve en önemlisi dürtü kontrolü gibi kısımlarını içerirken; ilkel beyin daha çok nefes almak, duymak, beslenmek, uyumak, hayatta kalmak gibi ilkel fonksiyonlara sahip kısım olarak görülüyor. Bebek ilkel beyin doğuştan gelişmiş bir şekilde dünyaya geliyor, örneğin beslenmeyi öğrenmesine ihtiyacı yok; memeyi ağzına aldığı anda emme refleksi çalışıyor. Ebeveynin çocuğa duygusal bakım vermekteki görevi sofistike beyinin gelişimi ile ilgili oluyor.
Bebek dünyaya gelirken yüz milyar nöronla yani sinir hücresi ile dünyaya geliyor. Bu nöronlar yaşadığımız tecrübelere göre birbirleriyle etkileşiyor ve bağlantı yolları oluşuyor. Ebeveyn çocuğa güven veriyorsa, bebeği her sinyal verdiğinde onun ihtiyacını karşılıyorsa, bebek zihni bu dünya güvenilir, ilişkiler güvenilir şeklinde düşünce kalıpları oluşturuyor; eğer bunun tam tersi bir tecrübe yaşıyorsa yetişkinlik yaşamındaki ilişkilere tam tersi ağlar oluşmuş olarak giriyor. Bu nöronlar nasıl gelişiyor, ebeveyn bunun için ne yapmalı?
Bu düşünce kalıplarının oluşması için zaman ve tutarlılık gerekiyor. Yani ebeveyn bu devrelerin kalıcı olarak birleşip ayarlanması için tekrar eden uyumlu sözsüz ilişki tecrübelerini çocuğa yaşatmalı; yani göz teması kurmalı, kucağına almalı, ağladığında sakinleştirebilmek için orada olmalı… Biri anneye “Kucağına alma, şımartma, beklesin” gibi bir söylemde bulunduğunda anne koşarak o ortamdan uzaklaşmalıdır. Beynin gıdası ilişki olduğunu çocuğa bakım verenler hep aklında tutmalıdır ki çocuğun beynini aç kalmasın.
Ebeveynin korkutan, yalnız bırakan, ilişki kurmayan, duygusunu hissetmeyen, güvende hissettirmeyen biri olması durumunda beynin ilkel kısmı kendini nasıl sakinleştireceğini asla öğrenemiyor. Beynin limbik sisteminde bulunan amigdala beynin ilkel kısmını koruyor ve bunu etrafındakilerin yüz ifadelerini, hareketlerini okuyarak yapıyor. Bebek aç kaldığında, korktuğunda, sakinleştirilmediğinde yani normal regülasyon seviyesinin üstüne çıktığı durumlarda ilkel beynin sakinleşebilmesi gerekiyor ki sofistike beyin daha iyi gelişebilsin. Çocuk bunu öğrenemediğinde öfke nöbetleri, şiddet ya da aşırı içe kapanıklık gibi duruşlar sergileyebiliyor.
Bebek “korkuyorum, üşüdüm, acıktım” dediğinde yani bunları kollarını ebeveynine açarak, mızmızlanarak yani sözsüz mesajlara yaptığında, beyinde uyarıcı kimyasallar aktive olur. Bunlar epinefrin, dopamin gibi nörotransmitterlerdir. Ebeveyn bu durumlarda kucağına aldığında, beslediğinde, şefkat verip bebeğe kendini güvende hissettirdiğinde bunların yerini seratonin, GABA gibi rahatlatıcı kimyasallar aktive olur ve böylece bebek dengeye kavuşur.
Travma yaşayan çocuklarda ise dopamin, norepinefin gibi uyarıcı kimyasallar daha fazla oluyor. Travma beyni değiştiyor ve kimyası değişen hassas beyin davranış sorunlarına neden oluyor. İlk yılların travması ne kadar fazlaysa daha sonraki zamanlarda davranışlar o kadar içinden çıkılmaz ve süreğen oluyor. Çünkü bedende salgılanan hormon dengesi bozuluyor. Beden streste kortizon hormonu salgılıyor. Bu hormonun az dozu büyümeye yardım ederken; bu hormon çok uzun kaldığında zehirli strese dönüşüyor. Kronik stres sofistike beyinde bulunan ön lob ve hipokampusun küçülmesine sebep oluyor. Ön lobun görevlerini bu noktada hatırlayalım; karar vermek, dürtü kontrolü yani yazının başında belirttiğimiz öz-regülasyon dediğimiz kısım. Kortizon çok içeride kalırsa beyin değişiyor; ilerleyen yaşlarda antisosyal davranış, kalp sorunları, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi sorunlara daha yatkın hale geliyor.
Şu ana kadar karamsar bir tablo çizdik, peki ya evlat edinilmiş çocuklar ya da bazı sebeplerden dolayı ailelerinden ayrı kalmış çocuklar? Burada bizi teselli edecek konu beynin iyileşme kapasitesi. Beyin dünyanın ve etrafındaki kişilerin güvenilir olduğunu öğrenmeye başlıyor, bunun zihne yerleşmesi ve çocuğun dünyayı ve etrafındakileri güvenilir bulmaya başlaması zaman alsa da beynin dolayısıyla çocuğunda iyileşmesinin tek yolu var; o da ilişki. Nilüfer Devecigil’in “Işığın Yolu” kitabında belirttiği gibi: “İlişkilerde incinir, ilişkilerde iyileşiriz…”